Ortaçağ
Anadolu’sunda Göçebeler ve Osmanlılar
Rudi Paul LINDNER, İmge Kitabevi, 2000, 235 sayfa,
ISBN 978-975-533-299-4
Emre DİNÇ
Lindner
eserini ortaya koyarken ilk olarak konuyu Osmanlı dönemindeki Anadolu
göçebiliği olarak belirlemiş ve Osmanlı yönetiminin bir göçebe aşiretten
kallavi bürokratik düzenlemelerin yer aldığı, yerleşik bir oluşuma nasıl
dönüştüğünü anlatmak istemiştir. Kitabı 3 bölüme ayırmıştır. İlk bölümde bu
değişimin çerçevesini 13. ve 14. Yüzyıl’ı baz alarak çıkarmış ve açıklamaya
çalışmıştır. Biraz daha açarsak tartışmanın asıl unsuru, aşiretin doğası ve
yetenekleri ile nasıl örgütlü bir topluma dönüşebildiğinin ortaya konulmasıdır.
Aşiret
dışlayıcı değil kapsayıcı bir varlık olarak tanımlanacağından o tartışmayı
erken Osmanlı tarihine dışlayıcı düşmanlık ideolojisinin -Kutsal
savaş(cihad-gaza)- egemen olduğu
görüşünü tartışarak başlamıştır. Bu görüşün değerlendirmesinden sonra,
ilerleyen sayfalarda ilk Osmanlıların Bizans, Selçuklu ve Moğol dönemlerindeki
tarihleri açıklığa kavuşturulacak.
Kutsal
savaş kuramı ilk kez Paul Wittek’in biçimlendirdiği haliyle günümüzde de
çekiciliğini korumaktadır. Wittek çalışmasına Osmanlı aşirete seceresini
geçersiz kılarak başlar. Soy kökleri kanıtlanmaksızın bir Osmanlı aşireti
olamayacağı sonucunu çıkarır. Dolayısıyla aşiret erken Osmanlı tarihinde bir
etken değildir. Öyleyse Osmanlılar iktidara nasıl gelmiştir ? Erken Osmanlı
tevarihlerini özellikle de Ahmedi’nin
manzum kroniğini inceleyen Wittek, ana motifi ya da Ahmedi’de ifadesini bulan
biçimi ile solo makamı Kutsal savaşta buldu. Osmanlıların ilk ortaya
çıkışlarından itibaren, bu siyasal geleneğin başlıca unsuru Hıristiyan
komşularla mücadele olmuş, Gaza ruhu neredeyse somut gerçeğe dönüşmüştü.
Lindner Wittek’in
bu propaganda iddiaları ve fikirlerin rolü hakkında ki vurgulamalarına karşıt
olarak, ilk dönem Osmanlılarının davranışlarını incelemeye yönelmiştir. İlk
Osmanlı fetihlerinin amaçlarıyla başlamış; Osmanlıların, İslam topraklarını
genişletip, kafirlerin nüfuzunu daraltmak için mücadele eden Kutsal
savaşçılardan bekelenebileceğinden daha fazla düşmanlığı ve eylemi komşu
Müslümanlara karşı yönelttiğinden bahsetmiştir. Örneğin 1320’lerde Osmanlılar
batı komşuları olan Karesi Beyliğini yutuverdi. Osman Bey’in saltanatının son
yıllarında ve Orhan Bey’in ilk on yılında Kuzey’de Osmanlı genişlemesi
Sakarya’ya uzanarak Karadeniz’e kadar yaklaştı. Bu seferberlik Hristiyanlara
karşı değil Müslümanlara yönelikti. Yani Osmalılar bir yandan Bizans
topraklarını ve kasabalarını feth ederken, diğer taraftan Müslüman komşularına
karşı da seferler düzenlemiştir. Kaldı ki kafir toprakları fethedildiğinde
Gazi’ye bir de buralarda yaşayan insanları İslam’a döndürme görevi
yükleniyordu. Ne Orhan Bey ne de Osman Bey Hıristiyan komşularını İslam’a
döndürmeyi çok önemser görünmüyorlardı. 1354’te Orhan Bey’in saltanatının son
yıllarında, bir Bizanslı gözlemci, Osmanlı topraklarında Hıristiyanlara karşı
bir zulüm ya da İslam’a döndürmeye yönelik bir baskı olmadığını bildirmişti.
Gerçekten ilk Osmanlı
fetihleri zorlamadan çok birleştirmeye yönelik görünüyordu. Aşıkpaşazade
Kroniğinden genç Osman’ın uzak bölgelerde avlanmayı sevdiğini öğreniyoruz.Ona
her zaman arkadaşlık eden birisi var, Harmankaya’nın Hıristiyan tekfuru ünlü
Köse Mihal. Kaynak Köse Mihal’i gazi olarak gösteriyor ve ‘’ ekseri bu
gazilerin hizmetkarları Harmankaya kafirleriydi’’ diyor. Bu gibi olaylar ve kanıtlar zinciri Lindner için
Müslüman propagandacıların sonraki iddialarına karşın Kutsal Savaş’ın erken
Osmanlı tarihinde rolü olmadığı yönünde bir izlenim bırakmıştır. Ona göre ekonomik ve toplumsal ortak yaşam,
siyasal kozmopolitizm ve dinsel senkretizm olgularının hepsi birleşerek, erken
Osmanlı döneminde gaza ideolojisinin belirleyici etkisini saf dışı bırakıyor.
Aşiret’in
bu öyküde örgütleyici bir unsur olduğuna inanılıyorsa, Kutsal Savaş’ın erken
Osmanlı tarihinde önemsiz bir unsur
olduğunun kanıtlanması gerektiğinden, bu noktada Wittek’in açtığı tartışma
vahim bir duruma gelmektedir. Gaza gibi dışlayıcı bir öğreti ve aşiret gibi
kapsayıcı bir toplumsal örgütlenme, çok kültürlü bir çevrede, aynı zamanda hem
etkin olup hem de gelişemezler. Lindner için burada doğru ve uygun olan, sadece
Wittek’in aynı zamanda da erken Osmanlıların aşiret kaynaklı bir örgütlenme
olduğunu göstermeye yönelik nasıl kesin adımlar attığına dikkat çekmektir.
Wittek yanlışlıkla Türk tarihçiliğinin duayeni Fuat Köprülüye atfettiği
Osmanlılar’ın eski Oğuz aşiretinin önde gelen kolu Kayı boyundan indiği ve bu
boyun temsilcileri olarak nüfuzlarının onları Anadolu Türklerinin önderliğinin
doğal mirasçısı kaldığı görüşünü çürütmekle uğraşıyordu.Wittek Osmalı aşiret
seçerelerinin birbirine uymadığını açıklamakla kalmıyor, bütün bu şecerelerin
15. Yüyzyılda ortaya lıkmış olduğunu da oldukça kesin ikna edici bir biçimde
gösteriyor. Bununla birlikte vardığı sonuçlar,aşiretin ataerkil bir soy
grubundan , boyun kan bağından temellendiği yönündeki döneminin bilim adamları
arasındaki yaygın kanıya dayanıyor. Daha sonra antropolojide gerçekleşen gelişmelerin
bu kanının altını oyacağını bilemediler. Ne gerçek göçebe aşiretler ne de
boylar net bir tanımlamaya uymaktadır. Özetle, boylar göçebelerin sert ve çoğu
kez tekinsiz yaşam koşullarına toplumsal karşı koyuşlarının bir sonucu iken,
aşiretler de dış baskılara karşı siyasal bir duruş oluşturmaktadır. Her iki
amaç da kan bağları temelinde anlam bulurken, uygulamada bunları görmezden
gelebilirler ve görmezler de. Böylece Wittek Osmanlıların kan bağına dayalı
boylardan gelmediğini kanıtlarken, şeçere kayıtlarının birbirini tutmadığını
açığa vurması, Osmanlı toplumsal örgütlenmesinin, aslında aşirete dayalı
olduğunu göstermesi açısından gerçekte büyük bir adımdır.
Lindner bu kısımdan
sonra Osmanlıların göçebe ve aşiret olgularına karşı konumlarına bakmaya başlamadan
önce sürece şöyle bir göz atıyor.1071’de Türk göçebelerinin bölgeye hücumunun
öündeki son engel de yıkıldı. Batı Anadolu coğrafyası bu bölgeyi sonraki birkaç
yüzyılda göçebelerin gözünde özellikle cazip kılıyordu. Bizanslılar göçebe
akınını engelleyemediler. Yazın Bizans orduları sefere çıktığında, göçebeler
sert engebeli yazlık yaylalarında oluyorlardı. Hafif donanımları,
yedekledikleri atlarına binerek Bizans mevkilerinden kolayca kaçabilmeleri
nedeniyle onları yakalamak çok zordu. Kışın Bizans askerleri sefere
çıkmadığından, nehir vadileri göçebelerin dönüşüne hazırdı. Bizans
imparatorları Selçuklu sultanlarının bu göçebe hareketlerine arka çıkmasından
şikayet ederek bunun anlaşma ihlali olduğunu ileri sürüp savaş nedeni saydılar. Daha iyi otlaklar bulmak için daima alçak
platolara ve sınır alanlarının ötesine geçen göçebeleri Selçuk sultanlarının
istese de kontrol edemeyeceğini Bizanslar anlayamıyordu. Miryakefalondan sonra
Türkleri özellikle Gediz ve Menderes olmak üzere nehir vadilerinin yukarısında
tutmayı ümit ediyorlardı. Ancak bunu yapmak için de kış seferleri gerekli
olacaktı.
Göçebelerin ilerlemesi
ve faaliyetleri, hayvancılık ve yapmacılık, ekonomik ve ekolojik gereksinimlere
dayanıyordu. Vadilerdeki keçi ve koyun hayvancılığı kışın, hava koşullarının ne
getireceğinin belli olmadığı buzlu platı
tepelerinden daha sıcak ve güvenliydi. Otlatma fırsatlarını azamiye çıkarmak ve
sürü kayıplarını en aza indirmek için hayvancılığın doğru stratejisi, Bizans’a
da ait olsa, mera olarak kullanmak için tarım alanlarına sızmayı
gerektiriyordu. Yağmacılık, kırsal yaşam biçiminin üretemediği zorunlu
gereksinimleri veya arzulanan malları karşılamanın olağan ve masrafsız yoluydu.
Dördüncü Haçlı seferi,
Konstantinopolis’in düşmesi ve Latin İmparatorluğu’nun kurulması, Bizansıları,
güçlerini ağırlıkla eski devletlerinin Anadolu ve doğu uçlarına kaydırmaya
zoladı. Anadolu’ya, Konstantinopolis’in hatrına, yeniden hayat vermek
istediler. Andolu’nun gelişmesini istiyorlardı ancak ellerinden gelen sdece
orayı terk etmek olacaktı. Yarım yüzyıllık Laskaris yönetimi sırasında Doğu
cephesi sakinleşmişti. Selçuklular yeni topraklar kazanmak için sefere
çıktıklarında Ege sahil boylarında Laskarisler ile uğraşmak yerine kuzey ve
güney yönlerine uzanan yolları tercih ediyorlardı. İznik döneminin çoğunda
Selçuklu genişlemesi kuzey ve güney kıyılarıyla sınırlı kaldı, arkasından
1243’te Moğollar kendi egemenliklerini kabul ettirdiklerinde Selçuklu yayılması
tamamen durdu. Bu zayıf düşmenin getirdiği fırsatı hemen değerlendirmek isteyen
bağımsız göçebe fırtınası plato sınırının öte yanına değil, doğrudan
Selçuklular’a çevrildi. Özetle Laskaris Anadolu’su huzur içinde yaşadı.
8. Mihael Paleologos
1258’de Bizans tahtını ele geçirdiğinde kendini barışçı Anadolu ülkesinin
sahibi olarak buldu. Konstantinopolis’İn tekrar ele geçirilmesinden sonra hem
de Türk göçebeler ve Selçuklu seleflerinin Moğollar’ın giderek artan
tehditlerinden kaçıp geleceklerini armaak için başlarını batıya çevirmeye
başladıkları bir zamanda, kendi Anadolu halkını görmezden geldi, hatta onlara
karşı düşmanca bir tavır içine girdi. Selçuklular 1243’te Moğoıllar larşısında
tutunamayıp yenilmelerinden önce göçebeleri güçlükle bastırmışlardı. Sonra
1250’şerde Moğolların daha fazla tümenlerini Anadolu’ya sokmak için Selçuklular’a
baskı yapması sonucu, yeni gelenlerin önünden batıya gitmeye zorlanan bir başka
göçmen dalgası oluştu. Selçuklular üzerindeki aynı Moğol baskısı 1277’de de
daha fazla göçebenin batıya göç etmesini doğurdu. Andolu tebasıyla ilişkisinde
Mihael, siyasal ve kişisel dikkati her zaman ön plana çıkardı, savunma ve
güvenliğe o kadar önem vermedi. Savunma güçlerinin sınırlardan çekilmesinin
etkisi kendisi açıkça gösterdi. 23 Şubat 1265’de nereden çıktığı belli olmayan
bir söylenti, İznik’i sardı: Moğollar yakındaydı. Panik yayıldı, imkanı
olanların Konstantinopolis’e kaçtığı söylendi. Orta Anadolu’daki Moğol baskısı
ve Selçuk şehzadelerinin kendi aralarındaki kargaşa, batıdaki tehlikeyi
arttırdı. Moğollar’ın doğuda çayırlara
el koymasından sonra çok sayıda göçebe batıya kaydı. Göçebeler Bizans sınır
karakolları önünde kolay vurgunlar aradılar. Ancak mekanik becerileri
olmadığından ve kırsal yaşantı mevsimlik olarak yeni otlaklar bulmalarını
gerektirdiğinden, bir muhasara savaşını yürütemezlerdi. Bazıları inanç ve
kültür farklılıklarını göz ardı ederek Bizans’ın çıkar düşkünü insanları haline
geldiler. Diğerleri kırsal bir yaşam biçimi oluşturmak için bilinen göçebe
yöntemlerine yöneldiler.
Mihael dikkatini Küçük
Asya’ya çevirdi. Bizans’ın hedefi bir kez daha platodan gelen yolları tutmaktı.
1282’de Mihael’in oğlu Andronikos, Aydın’ın yeniden kurulması ve buraya yeniden
yerleşilmesi için Menderes’e gönderildi. Büyük ve refah içinde bir kent
yaratmayı tasarlıyordu ve iyimser bir tahminle bu yeni ‘’ Andronokipolis’’de 36
bin kişilik bir nüfus barındırıyordu. Andronikos kırsal çevredeki Türklerle
irtibat kurmaksızın kentten ayrıldıktan sonra, Türkler kentin suyunu kestiler
ve kenti derhal teslim olmaya zorladılar. Başarısızlık Mihael’in Bitinya’daki
faaliyetlerinde de kendisini gösterdi. Ücretlerini alamayan sınır garnizonları
görevlerini bıraktılar. 1282’nin
başlarında Türkler aşağı Sakarya’daki Bizans birliklerini zaten
püskürtmüş durumdaydı. Mihael yaz sonunda düzenlediği bir seferle bölgeyi ele
geçirdi. Geri döndü, Bursa’ya yürüdü ve Akhyraous ve Ulubat kentlerini
kuvvetlendirdi. Mihael’in Sakarya’dan uzak bu kentleri koruma kararı, sınır
savunmasının çöktüğünün bir itirafı idi. Mihael’İn 128’nin sonunda ölümünden
sonra hala Sakarya yakınında yaşayanların birçoğu yerlerini ve orada görevli
olan birlikler de karakolları terk ederek Avrupa’ya geçti.
Halefi Andronikos 1290
ile 1293 arasındaki süreyi savunma düzenlemelerine ayırarak Anadolu’da geçirdi.
Bitinya’ya gitti ve Sakarya yakınlarındaki güçlendirilmiş kaleleri kontrol
etti. Sonra batıya yönelerek İznik ve Ulubat’a gitti. Bu iki kentte uzunca bir
süre geçirdikten sonra, eski Laskaris başkenti Nif’e geçerek iki yıl da burada kaldı. İlgisini şehirlerin
geçimine değilse de bu kentlere ve onların güvenliğine yöneltti. Kırsal kesime
bir harekatta bulunmadı ve kronikler de Türkler ile herhangi bir çarpışmaya
girdiğine ilişkin bir kayıt düşmüyorlar. Aleksios Philantropenos’u, Menderes’in
güvenliği için güneye göndermişti. Altın gümüş, eşek ve koyun derisi gibi ganimetler
elde ederek Miletos’u Türk çetelerinden başarıyla korudu. Onun başarısı ve
zafer kazandığı düşmanlarına karşı bağışlayıcılığı, bazı Türklerin de gönlünü
çeldi ve adamları arasında ayrı bir birlik kurdular. Askerleri ve korumakla
yükümlü olduğu halk, 1294’te onun bayrağı altında isyan çıkardı. Andronikos ve
danışmanları isyanı bastırmak için hileye başvurmak zorunda kaldılar ve
sonunda, 1295’te isyanın önderini hapse atıp gözlerini kör ettiler. Bu iki
olay, Bizans ordusunun günün tehditlerine karşı koymaktaki başarısızlığının
tablosunu çiziyor.
Bu sırada 1301
Temmuz’unda İzmit dışında Türk kuvvetleri toplanmıştı ve Mouzalon onları
karşılamaya çıktı. Türklerin başında Osman adlı biri vardı. Bu bölümden sonra
Lindner sınırın öteki tarafına geçip
erken Osmanlı tarihindeki Türklerin durumuna göz atıyor.
Bizans’ın Bitinyayı
korumaktaki başarısızlığı ve Andolulu halkın pervasız imparatorlarına karşı
duyduğu memnuniyetsizlik, şimdiye kadar yapılan açıklamaların temel konusu
oldu. Bu konuları alırken yazar bazı Bizanslılar’ın Osman Bey’İn aşiretine
katıldıkları yönündeki iddiaya zemin hazırladığını hazırlıyor. Bununla
birlikte, Türk gözüyle bu aşiretin başlangıçta nasıl göründüğüne bakıyor.
Osman Bey’in atalarına
ilişkin kesin olarak ileri sürülebilecek bilgilere sahip değiliz. Osmanlılar
Moğollar tarafından yerlerinden edildikleri için, yeni otlaklar bulmak amacıyla
Küçük Asya’ya girmiş göçebeler olduklarını iddia eder. Ailelerinin Oğuz
Türklerinin bir kolundan geldiğini iddia etmektedirler. Osmanlılar 13.yüzyılın
ortalarına doğru kendilerini Ankara yakınlarındaki dağlarda buldular. Bir kısmı
Osman Bey’in babası Ertuğrul’un etrafında toplanırken, bir bölümü doğuya geri
dönmeye, diğerleri de güneye Kilikya’ya doğru gitmeye karar verdi. Ertuğrul’la
ona katılan aileler, düzenli orduya katılmamakla birlikte göçebe akıncılar
olarak Selçukluların hizmetine girdi. Ertuğrul hizmetinin karşılığı olarak bazı
yaklaklarda hak sahibi olur.
Osmanlı geleneğindeki
Ertuğrul Bey’e ilişkin her bilgi bu kadar tatmin edici değil. Onun Karacahisar
kuşatması sırasındaki başarısı ile Selçuk Sultanını etkilediği söylenir.
Ertuğrul’un adamalrı kalenin güney duvarlarında görevlendirilir. Moğollar Orta
Anadolu’ya saldırıldığında Selçuklular kuşatmayı Ertuğrul Bey’e bırakıp
giderler. Ertuğrul Bey, kaleyi hücum ederek alır ve bölgede Bizanslıların
elinde olan topraklara karşı akınlar düzenler. Bu hikayedeki pürüz yazarın önceden altını çizdiği gibi
Eskişehir’in 13.yüzyılın başlarından itibaren Müslümanların elinde olması ve
Karacahisar’ın birkaç kilometre güneybatıya düşmesidir. Dolayısıyıla bu kurmaca
bir öykü olarak görünüyor.Tekrar belirtmek gerekirse, eğer Karacahisar Osman
öncesi ilk fetih idiyse bunun Müslüman Germiyanların elinden alınmış olması
gerekmektedir. Kaynaklar Ertuğrul Bey’in bu olaydan hemen sonra öldüğünden
bahsetmektedir. Kaynaklar Osman Bey’in babasının faaliyetlerine ilişkin olgusal
ve sağlam bilgiler vermemektedir. Ancak Ertuğrul Bey figürü vakanüvislere yine
de iyi destek olmuştur, ailesinin Bizans sınırlarına götürtmüş ve varlığı için
gerekli Selçuklu onayını almak için yeterli özeni gösterdiğini yazmışlardır.
Sonra gelen Osmanlı
ideologlarının kavramlaştırmalarına uygun büyüklükte düşünebilecekleri kadar az
iz bırakan Osman Bey’in babası gölgeli bir şahsiyet olarak kalırken, Osman Bey
gerçek ve elle tutulur bir şahsiyetti. Halefi ve oğlu Orhan Bey kitabelerde ve
sikkelerde onun adına atıf yaparken, dönemin Bizans’lı kronik yazarı Pahimeres
de ondan bahseder. Buna rağmen Osman’ın zamanı ve yaptıkları açıklığa kavuşmamıştır.
Karamani Mehmed Paşa
vekayinamesi daha özenli ve ayrıntılı bir açıklama veriyor. Buna göre Ertuğrul
Bey Bizans’a karşı savaşlarda çok başarılar gösterdi ve ileri bir yaşta, 93
yaşında öldü. Osman Bey babasının yerine geçti ve 699/1299’da sultan oldu. Güney
batısındaki komşu Selçuk Sultanı, Osman Bey’e iktidar simgeleri ve hediyeler
gönderdi, onu Kutsal Savaş’a yönlendirdi. Bu ifade Lindner’e göre açık bir
hatayı içermiyor ise de, pitoresk ve anakroniktir. İktidar simgeleri Osmanlı
törenlerinde ancak çok sonra kullanılmaya başladı. Bunları verenlere gelince de
14.yüzyıla girildiğinde kendi yerlerinden sürülme endişesi altında olan
Selçuklu sultanının hiçbir hükümdara tahta çıkış yetkisini verebilmesi söz
konusu değildir. Osman Bey’in hükümranlığını son dönem Selçuk Sultanı değil,
onun üzerinde egemenlik kurmuş olan Moğollar onaylayabilirdi.
Bununla birlikte diğer
kaynaklar Osman’ın başa geçme konusuna daha güçlü bir ışık yöneltiyor. Osmanlı
şeceresi üstüne kısa makalesinde Mahmud Beyati’nin geleneksel 1299-1300 tarihi
üstüne yorumu, Selçuklu hanedanının yıkılışının bu tarihte tamamlanmış olduğuna
işaret eder. Son Selçuklu Sultanı 3. Alaaddin Keykubat’ın ölümüyle Sultanlığın
içine düştüğü karışıklık ortamında sınır gazileri Osman Bey’i sultanları olarak
seçerler. Alaeddin’in 1300 yılından biraz sonra ölmesi nedeni ile Mahmud’un
öyküsünde en azından bir hatalı unsur var. Lindner şu soruyu sormakta. ‘’ O
zaman Osman Bey’in seçilerek başa geldiği iddiasının nereye koyacağız ? Burada dikkat edilmesi gereken husus
çalışmanın 1481 yılına rastlamasıdır. Bu tarihte Fatih ölmüş ve taht kavgası
baş göstermiştir. Eser bu uzayan mücadeleyi kaybeden Cem Sultan’a adanmıştır.
Mahmud, Osman Bey’in sınır gazileri tarafından sultan olarak seçilmesini, saray
bürükrotlarının ve yeniçerilerin seçimi olan 2. Bayezid’e karşı Cem’in
taraftarlarını desteklemek için tarihsel bir paralellik ve destek olarak sunmuş
olabilir. Gene de Mahmud’un ifadesi, Söpüt’te onların Osman Bey’i babasını
nyerine geçecek uygun kişi olarak gördüğünü yazan Aşıkpaşazade’de bağımsız bir doğrulanma buluyor.
Erken Osmanlı’da aşiret
reisi seçimine ilişkin başka kanıtımız da var. Yazıcıoğlu Ali 1420’lerde İbni
Bibi’nin Selçuklular’a ait İran kroniğini Türkçe’ye çevirdi ve çeviri
sırasında, Osmanlı’nın ilk günlerine ilişkin bazı bölümler ekledi. Bir bölümde
göçebelerin Osman Bey’i lider olarak seçmeleri anlatılır. Yani özetle buradan
çıkaracağımız Osmanlılarda beyliğin seçimle belirlendiği düşüncesi inandırıcı zeminlere
oturmaktadır. Küçük ya da büyük oğul değil, toplumun gözünde liderlik
donanımına en fazla sahip olan oğul onların desteğini alır. En güçlü aday
yaptığı işlerle etrafına yandaş toplar, eğer ölen şefin yakın akrabaları
arasında aşireti koruyacak güçte ve aşiret üyelerinin çıkarlarını daha da iyi
sağlayacak birisi yoksa, dışarıdan bir aday çıkabilir ya da göçebeler başka bir
aşirete katılmayı seçebilir.
1302’ye kadar Osman
Bey’in faaliyetleri tam olarak belirlenemiyor. Osman Bey ve adamları, coğrafi
olarak Bizanslı yazarların Bitinya’daki Türklere atfettikleri akınları
yapabilecek konumdaydılar. Türk kornikleri, kahraman Osmanlı geçmişi
gereksinimi adına Bizans ahlakçılarını doyuracak ölçüde pusu ve çatışma
hikayeleri nakleder. Ancak Türk kronikleri, aynı zaamnda, Osman Bey’e verilen
desteğin tanımlanmasına ve onun komşuları ile ilişkilerine açıklık
getirilmesine yardımcı olan sınır toplumunu içinde bulunduğu ortama ilişkin de
çeşitli ima ve ihsaslarda bulunmaktadır. Bu üzerinde durulması gereken bir
noktadır çünkü önceden gördüğümüz gibi Osmanlı yazarları, Osman Bey
veaskerlerini Kutsal Savaş akıncıları, gaziler olarak tanımlamaktadır. Öte
yandan Osman Bey’in bazı yoldaşları
Gündüz Alp, Hasan Alp, Turgut Alp örneğinde olduğu gibi alp sıfatını taşırlar.
Alp ya da Alperen Türk destanalrında, yaptıkları sadece kendi yaşam
biçimlerinin ifadesi olan, savaşçı- maceracı kahramanlık figürleridir.
Kendisini düşünen insanların yer aldığı böyle bir zeminde saldırganlık, din
adına yapılan bir eyleme değili yağmacılık ve savaş coşkusuna denk düşmektedir.
Saldırılar büyük ölçüde Bizans’a karşı yapıldığından, göçebelerin eylemleri
bazılarınca kolaylıkla bir alpin kahramanlıkları, bazılarınca da din
gazilerinin başarısı biçimine dönüştürülebilir. Farklılık sadece
adlandırmadadır. Örneğin Aşıkpaşazade’ye göre Osman Bey Ertuğrul’un ölümünden
sonra uzak ve yabancı bölgelerde avlanmaya başladı. Harmankaya’nın Bizanslı
tekfuru Köse Mihal ona sürekli eşlik etti. Hun ve Moğollarda farklı unsurların
kaynaşmasının da gösterdiği gibi, böyle çok etnikli görüntünün aşiret oluşumu
ve genişlemesinde istisna olmadığı, akılda tutulması gereken önemli bir
noktadır. Ortak çıkar olgusu ister siyasette ister hayvancılıkta, akınlarda, ya
da sadece hayatta kalmak için olsun, Osmanlı aşiretinin özünde yer alır.
Lindner ‘Osman Bey
avlanmadığı ya da sefere çıkmadığı zamanlarda Bizans’la ilişkisini nasıl
götürdü?’ sorusunu soruyor. Aşıkpaşazade
bu ilişkiyi bir dostluk ilişkisi ya da 15.yüzyılda kavramlaştırılmış biçimiyle
görünürde dostluk olarak tanımlıyor. Bu dostluğun sınırlarını Bizans halkının
tepkisi belirlemektedir. Bizans’ın bu soğuk yaklaşımına karşın Türklerin
tepkisi ılımlıdır. Bir olayda, Türklerin yağma yaptıkları ancak saygı
uyandırmak için esir almadıkları anlatılır. Çiftçiler Osman Bey’in idaresine
girdiklerinde, eski işlerinde ve konumlarında bırakılıyorlardı. Doğuda Moğol
tehdidi, güneyde düşman komşuların olduğu bir ortamda, Osman Bey’in nispeten
güçsüz Bizanslılarla işbirliği yapmasının anlamı ortaya çıkıyor. Bizanslıların
bazıları gelecek vaat eden bir lider olarak gördükleri Osman Bey’in yandaşı
olup aşirete katıldılar ve Osmanlı oldular.
Lindner bu kısımdan
sonra yeniden İzmit dışında Bafeus’ta bulunan Mouzalon ve birliklerine, 27
Temmuz 1302’ye dönüyor. Hasatın yapılabilmesi için Mouzalon’un Osmanlıları
ortadan kaldırması gerekiyordu. Mouzalon ayrıca barış sağlamak için kent
halkının Osman Bey’e başvurmaları olasılığından da endişelenmiş olabilir. Öte
yandan, Sakarya nehrinin ilkbaharda önünde bir sürü şey sürükleyerek taşması ve
ürünleri silip süpürerek yukarıdaki ovaları tarumar eden şiddetli fırtınalar
nedeniyle de, Osmanlıların kıyı beldelerine harekat düzenlemeleri zorunlu hale
gelmişti. Bizanslılar Osmanlı süvari hücumu karşısında geri çekilirkenki
hareketleri nedeniyle savaşın Osman Bey’in lehine sonuçlanmasına neden
oldular. Neticede Bizans’ın 1302’de
Güney ve kuzeye yönelik harekatları amacına ulaşamadı. Bunun ilk etkisi Bitinya’daki
bir çok liderin, onlara topraklarını ve gelirlerini ellerinde tutma hakkı veren
yeni hükümdarları Osman Bey’e teslim olmalarıyla gerçekleşti. Bilecik iki yıl
içinde Osman Bey’in eline geçti. Andronikos ordusunu başka sefere çıkarmadı.
Diplomasiye döndü fakat diplomatik baskılar da Osmanlı ilerlemesinin önünü
alamadı.
Askeri faaliyetlerin
gelişimi Andronikos’un Osman Bey’in ilerlemesinden çok batı ile ilgilendiğini
gösterdi. 1303’te Andronikos meşhur komutan Roger de Flor önderliğindeki
Katalanları kiraladı. Kışı Erdek’te geçirip, Türklerle ufak tefek çarpışmalara
girdikten sonra 1304 yılı Nisan ayı başlarında güneye yürüdüler. Hızla
ilerleyen Katalanlar, Frigya’da bir Germiyan ordusunu yenerek Efes ve
Alaşehir’i kurtardılar. Ancak kısa bir süre sonra, kurtardıkları insanlardan
düzenli vergiler yerine sınırsız haraçlar almaya kalkışması nedeniyle yerli
Bizanslılarla yeni gelen efendileri arasında büyük bir sürtüşme çıktı.
1304-1305 sonbahar ve kış aylarında, imparatora yönelik bazı şikayetleri gidermek
üzere deniz yoluyla güney sahillerine, Trakya’ya gittiler. Bir daha da
dönmediler.
Bitinya’da kentlerin
gücü azalırken, Bizans yönetimine olan destek ve Osman Bey’e gösterilen direnç
de geriliyordu. Anadolu piskoposlarının kendi piskoposluk bölgeleri yerine
başkentte kalmayı tercih ediyor olmaları bu durumun bir göstergesi idi. 1305’te
Bitinya’daki şiddetli hububat kıtlığı ve rekoltenin düşük olması nedeniyle
hükümet eyaletten vergi alamamıştı. Garnizonlar kontrolü kaybettikleri uzak
bölgelerden ürün toplayamadıklarından açlığa katlanmak zorunda kalıyordu.
Andronikos onları doyurmak için bütün büyük manastırların bulabildiği ürün
fazlasına el koyarak doğuya gönderdi. Athanasios, Osman Bey’in bile hubuat
konusunda tebasına karşı daha cömer olduğundan yakınıyordu. Bitinya kentleri
yavaş yavaş düşüyordu. 1324’te Osman Bey’in ölümü ve Orhan Bey’in seçilmesi bir
ferahlık getirmedi. Bursa, Ulubat ve 1331’de İznik düştü.
Lindner buraya kadar bir çok Bitinyalı
Bizanslı için Osmanlı’yı kabul etmenin, hatta buna gönüllü olmanın çekici
gelmesine yol açan olaylara değinip; Bizanslıların Osmanlı aşiretine
katılabileceğine ve bazılarının da gerçekten katıldığına işaret etti. Buradan
sonra Bitinya’nın Osmanlı toprağına dönüşmesinin gerçek Osmanlılar, göçebe
Türkler üzerindeki etkisine bakıyor. Bunu yaparken hane ekonomisi, askeri
kaynak ve uygulamalar ile siyasal örgütlenmeler üzerinde duruyor.
Önce hayvancılık
yönünden Osmanlı göçebe yaşamının Bitinyalılara nasıl yansıdığına bakıyor. Bölge her yönde ürün yetiştirmek için
elverişliydi. Tarım ürünlerinden sağlanabilecek potansiyel gelir daha
istikrarlıydı ve hayvancı yaşam kadar tehlike içermiyordu. Yağma ve
sürülerinden göçebeler iyi bir geçim sağlayabilirlerdi fakat toprak sahipleri
ya da toprağı işletenler daha da çok kazanabilirlerdi. Osman Bey’in yaylak ile
kışlakları arasındaki mesafe kısaydı ve hayvancılıktan değilse de yağmacılıktan
elde edilen maddi zenginliğin artmasıyla, mevsim göçü rutinini sağlayabilmekle
bu yolun kısalığı arasında bir bağlantı söz konusuydu, en azından mevsimlik
sabit ve sürekli bir konaklama imkanı
gerekiyordu. Yukarı çıktıkları zaman örneğin Bilecik Tekfuruna koruması ve
saklaması için emanet edilen türden
mallar çoğaldığında, sabit bir konak engelleyici olmaya başlayacaktı. Bu tür
mevsimlik göçler, kırsal döngüselliğin devamını göçebe yaşamı pahasına
gerektirmekteydi. Bu yerleşikliğe geçme aşamasıdır.
Bafeus at sırtında
kazanıldı ama Osman Bey’in de
yerleşikliğe geçmesini engellemedi. Yenişehir’i kurdu ve askerlerinin bir
bölümünü buraya yerleştirdi. Yenişehir pazarının kurulması Osmanlıların
yerleşikliğe geçmesinde belirleyici bir adıma işaret etmekteydi. Yazara
göre bu gelişmlerin altında havyan
yetiştiricisi Osmanlılar’ın kendi ekonomik çıkarlarını gözeterek, Bitinya’da
mülk sahibi ve tarımcı olarak daha zengin ve güvenli bir yaşam sağlayacakları
için yerleşik düzene geçtiklerinin kabulü yatmaktadır. Ağır Bizans piyadesi
karşısında hareketli süvariye fazla ihtiyaç duymuyorlardı ve sermayelerini
yanlarında taşımanın bir anlamı yoktu. Bunun yanında Bitinya’nın coğrafi yapısı
Osmanlıların göçebe hayvancılığı ana ekonomik geçim yolu olarak görmekten
vazgeçmesine neden olmuştur.
Böylelikle göçebiliğin
ekonomik boyutu, hayvancılık, ilk Osmanlı aşiretinde bir etken olmaktan çıktı.
Lindner göçebeliğin askeri boyutunu ve Osmanlı ordusunun okçu aşiretten yerleşik
yaya asker kaynağına nasıl dönüştüğüne bakıyor. Göçebe savaşçılığı,
hız,hareket, ani atak ve meydan savaşının belirsizliklerinden kaçınmak için okçu
kullanmaya dayanır. Taktikleri, kaçar gibi görünmek, uzsaktan ok yağdırmak ve
pusu kurmak suretiyle düşman yürüyüş düzenini karıştırıp, bozmaya dayanır.
Ellerinde yeterli insan gücü olduğunda, ya da yerleşik halktan kuşatma savaşını
becerebilecek insanları tuttuklarında, yerleşim bölgelerine, kentere, kalelere
fetih seferleri düzenleyebiliyorlardı. Bitinya’da böyle insan kaynağı bulmak
söz konusu değildi. Bu neden ilk dönem Osmanlı askeri tarihi, ekonomisine
paralel olarak, askeri avantaj adına yerleşikleşme öyküsüdür.
Bitinya kentlerini ele
geçirmek için uzun kuşatmalar ve sabırlı görüşmeler gerekliydi. Kuşatma ve
ablukalar için asker toplamak ise yerleşik toplum olmayı gerektiriyordu ve
çünkü göçebelerin taze otlaklar bulma zorunluluğu uzun süre küçük alanlarda
sıkışıp kalmalarını engellemekteydi. Böylece ilk dönem Osmanlı kuşatma
savaşçılığı, Osmanlı askeri bakış açısının yerleşikliğe yöneldiğini yansıtır.
Osmanlı ordusunun yerleşikliğini Orhan Bey başlattı. Yaya asker sayısındaki
büyümeyi hızlandırdı. Bunun neden
Palekanon savaşıdır. Orhan Bey’in kuvvetleri göçebe okçulardan oluşmuştu.
Sonucu etkilemeyen bir dizi çarpışma olmuş, Bizanslılar Türklerin iki büyük
saldırısını püskürtmeyi başarmıştı. İki ordu arasındaki savaşta eşitlik
bozulmamış gibi görünse de Bizanslılar zafer kazanmış gibi kamplarına dönmeye
başladılar. Ancak Bizans piyadesinin disiplinsiz bir şekilde dinlenmesi
sırasında Türkler onları paniğe uğratmayı becerdiler ve sonucu belirsiz
karşılaşmayı zafere çevirdiler. Orhan’a zaferi getiren doğrudan çarpışmanın
kendisi değildi, savaşın sonrasıydı. Buradan bazı dersler çıkarttı. Daha büyük
bir göçebe kuvveti Bizanslıalrın rahatlıkla üstesinden gelebilirdi ama
süvarilerden, atlardan ve yedeklerinden oluşan büyük bir göçebe kuvveti sınırlı
Bitinya kırlarında geliştirilemezdi. Ve Orhan Bey’in göçebeleri çarpışmada
güçlerini kullanamıyor ise, bu askeri düzeni devam ettirmenin bir anlamı yoktu.
Gerçekci mümkün ve akla uygun yaklaşım, pahalıya mal olan atlılar yerine
yayalardan oluşan büyük bir ordunun kurulmasıydı.
Lindner bu kısımdan sonra
göçebeliğin üçüncü yönüne, aşiret olarak adlandırılan siyasal biçimlenmeye yer
veriyor. Osman Bey’in rolü aşireti tarafından seçilmiş önder olmasıdır.
Aşiretin temsilcisi olarak altı aylık göçleri başarıyla örgütledi ve yönetti.
Aşiretinin Bilecik ve İnegöl tekfur ve kaleleri gibi dış baskılara karşı
mücadelesinde başarı kazanmasına yardımcı oldu. Göçebelerin avcılık ve yağma
eylemlerindeki önderiydi. Başarılı bir önder olarak aşiretinin büyütmek ve refaha
kavuşturmakla ilgilendi. Bununla birlikte, aşirete göçebe olmayanlar
katıldığında, başarı kendi sorunlarını da beraberinde getirdi. Lindner burada
Osman Bey, kendi göçebelerini, eski göçebeleri ve Bizanslı müttefiklerini nasıl
örgütleyecekti ? sorusunu soruyordu. Bunun cevabı ise aşiret olacaktı. İlk dönem
Osmanlı oluşumunu ifade eden Bitinya’nın aşiret deneyimi, Türklerin eski
konar-göçer toplumlarının siyasal mirasından başka bir şey değildi. Aşiretçilik
ya da beylik göçebeliğin siyasal boyutudur ve bu Osman Bey için de yandaşlarını
örgütlemenin akla uygun yoluydu. Aşiret, Türk göçebeler ile yerleşik
Bizanslılar gibi görünüşte farklı iki grubu bir araya toparlamakta yararlı bir
bileşimdi. Aşiret ideolojisi söylemi akrabalık ilişkisine dayanır ama aşiret
gerçeği ortak çıkar, yarar ve çalışmaylayla biçimlenmiştir. O halde aşiret
yararlı bir siyasi kurumdur. Gerçekte akrabalık onu tanımlaya yeterli de
gerekli de değildir
Yağmacılıkta, avcılıkta
ve yaşamak için gerekli suyun, otlakların bulunmasında ve Bitinya’da yönetiminde en fazla başarı kazanan lider kendi
aşiretini oluşturabilir. Osman Bey’in başarısı da buydu. Aşirete üye olmak için
aile,dil ve dinin önemi olmaması göçebeler kadar yerleşik Bizanslı Bitinyalılar
için de uygundu. Kuşkusuz bir çok Rum yeni yöneticilerinden ve yöntemlerinden
memnun değildi. Din uyumunun getireceği
yararları düşünerek İslam’a kucak açanların bir bölümü tekrar eski dinlerine
döndü. Diğerleri Müslüman olarak kaldı. Ortak siyasal çıkarlar adına Osman
Bey’in yönetiminde birleşen insanlar için, soy , din, meslek ikinci planda kalıyordu.
Osman Bey’in aşiret
lideri olarak ilk başarısı aşiretinin birkaç güçlü ve ortak çıkarını
korumaktaki becerisi idi: otlak,av ve güvenlik. Osmanlı liderler göçebe
yöntemleri ile son bağlarını da kopardıkça, göçebelik gereksinimleri de artık
onları yönlendirmedi ve gerçekte onları ilgilendirmedi de. Şimdi yeni
muhatapları, yeni umutları vardı ve farklılıklar ortaya çıktığında, artık zarar
gören ve bey için fazla anlam ifade etmeyen göçebenin çıkarlarıydı. Böyle bir
bürokratik girişim için gerekli yerleşik kurumlar ve ideoloji, Müslüman
okullarındaki hocaların elinde hazırdı.
Osmanlıların, Orhan
Bey’in yönetiminin olgunluğa ulaştığı dönemde ortaya çıktığını hissettiği bir
başka yönetimsel dönüşüm göstergesi daha var. Aşıkpaşazade hikayelerinin çoğunun
sonunda, duygularını kısa bir şiirle özetler. Savaşçıların fethi, ancak daha
topraklar deftere kaydedildikten sonra tamamlanmıştır. Yani, sonradan
değerlendirenler için yönetim, Orhan bey yönetimin temel taşıydı; oysa
göçebelerin sekreteri yoktur
Osman
Bey, yanındaki göçebelerden bir aşiret, yani Osmanlıalrı kurdu. Bu aşiret
oluşumunu destekleyen siyasi program olan düzenli yağmacılık, sınırlı otlak ve
insan gücüne sahip Bitin göçebelerine taşıyabileceklerinden fazla yük
getiriyordu. Orhan bey de, Osman Bey de
bu nedenle aşireti ve girişimi başkalarına da , özellikle diğer Türklerin
rekabetinden ve Bizans şiddetinden perişan olmuş eski-çiftçi ve eski-göçebelere
de açtılar. Aşiret bu yeni katılımlarla büyüdü ama artık bir göçebe aşireti
değildi. Başarılar doğrdudan aşiretin yapısını değişime zorladı. Birliğe
gönüllü katılımlar, Balkan seferleri için gerekli desteği sağlayacak ve askeri
toplayacak ölçüde yeterli olmuyordu. Osman ve Orhan beylerin halefleri, göçebe
iktidar ve yaptırımlarından tamamen soyutlandılar. Onlar artık aşiret reisleri
değillerdi. Onlar hem göçebe hem de yerleşik tebanın hükümdarı idiler.
Göçebeler, seçilmiş beyden yabancılaşmış hükümdara doğru gerçekleşen dönüşümü
benimsemediler. Osmanlılar çok geçmeden göçebelere de köyülülere uygulanandan
farksız kayıt işlemleri ve vergi getirererk onlara teba statüsünü dayatma
yöneldiler. Gelecek bölümler bu süreci ele alıyor.
Bu
bölümün konusu, kısaca, Osmanlı oluşumunun yerleşik düzene geçiş öyküsü idi.
Şimdi de Lindner Osmanlı Kanunları ve göçebe geleneği adlı 2.bölüme geçiş yapmakta.
Osman
Bey’in aşiret boyutu kendisinden sonra çok uzun ömürlü olmadı. Daha Orhan
Bey’in ilk yıllarında, ordunun bileşimindeki değişiklik, kent mimarisinin
yaygınlaştırılıp, kollanması ve ilk Osmanlı sikkesinin basılması gibi
gelişmelere, alicenap ve yakın bir beyin uzaktaki bir sultana doğru dönüşüm
sürecini anlatıyordu. Bu geri döndürülemez bir süreçti. 14.yüzyıl hükümdarları
1.Murad ve 1.Beyazid bu süreci hızlandırdı. Nüfus ve arazi yazımlarının
başlaması tüm Osmanlı tebasının yerleşmesi, yerlernin kolaylıkla tespit
edilmesi ve böylelikle de kolayca vergilendirebilmelerine verilen önemi ortaya
koyarken, Yeniçeri ordusunun kurulması ve devşirme uygulamasının başlatılması,
orduda göçebe gereksiniminin azaldığına işaret ediyordu. 15. Yüzyıla
gelindiğinde Osmanlı yönetimi, bu oluşumda yer alanları, sayısal çokluk ve
iktidar açılarından eşit olmayan iki kampa, yönetenler ve tebaya bölünmüş
olarak görüyordu. Yönetim Küçük Asya göçebelerine teba hatta köylü muamelesi
yapmaya karar vermişti. İlerde göçebelere boyun eğdirmeyi planladıklarından
onları ngeçmişteki katkılarını dikkate almak düşünülmüyordu.
Mevcut
düzenlemeler göçebeleri ilgilendiren vergileri, para cezalarını ve diğer
yaptırımları anlatıyor. Metinler ayrıca göçebelerden elde edilen gelirlerin
nasıl arttırıldığı, onların yerleşik topluma nasıl ayak uydurdukları ve bu
topluma karşı tecavüzlerinin nasıl cezalandırıldığı yönündeki Osmanlı
bürokratik hedefi ve kararlılığının da ana hatlarını çiziyor. Osmanlı mali düzenlemeleri,
bir istikrar toplumunun tanımlanması sürecindeki yönetimi ve kemikleşmiş
yapılarını inatla korumaya çalışan grupların bürokratik baskılarla nasıl
öngörülen noktaya çekildiklerini ortaya çıkarıyor.
Osmanlı
düzenlemeleri öncelikle göçebelerin tespit, tasnif ve sultanın diğer tebasından
ayrı tutulması işlevini görüyor. Göçebeler kanunlarda yürük ismiyle tanınır.
Göçebeler yerleşik çiftçiye karşıt bir konuma yerleştirildiler. Göçebe
aşiretlerinin iç yönetimi de Osmanlı bürokrasisinin deneyimlerine ve
beklentilerine uymuyordu . Kendi ağaları kendi subaşılarıdır. Yürüklerden biri
bir suç işlerse, kadılar suçu tespit edip cezasını vermeyi kendi Yörük
subaşılarına bırakırlar. Aşiret reisi yönetim adına ceza veren konumda olmasına
karşın, aşiret üyelerinin gözünde, reis tek gerçek iktidar sahibiydi ve reis
onların sadakat gösterecekleri tek kişiydi. Yönetim kendi adına böyle
imparatorluk içinde imparatorluk kalmasının kabul edilebilir olmadığı sonucuna
vardı.
Sabit
bir yerleri olmadığından yalnızca konup göçtükleri için bulunamıyorlardı. Bu
durum onları idare etmekte güçlükler çıkarıyordu. Göçebeler liderlerinin aynı
zamanda aşiretin kolluk gücü olarak görev yapmaları nedeniyle merkezi yönetimin
kendi üstlerinde bir hakkı olmadığını da iddia edebilirlerdi. Osmanlı
kanunları, yönetim güçlüğü çıkardığı için göçebeliğin hareket ve bağımsızlık
boyutları üzerinde yoğunlaştı. Osmanlının göçebe tanımı, onların siyasi
potansiyelleri ve askeri tehdit unsuru olmaları üzerinde netleşti. Osmanlılar
her şeye rağmen yerleşik düzenin sorunu çözeceğine inanıyordu. Örneğin Kanuni
Sultan Süleyman döneminde Kayseri göçebeleri yerleştirildi ve ürün ve topraktan
alınan yeni vergilen konuldu. Göçebe geleneğini izleyen ilk Osmanlılar insan
gücünü vergiye bağladılar. Birisi sefere çağırıldığında diğer üçü onun yamağı
olacak, kalan 20 kişi de asker göçebenin masraflarını karşılayacak ve
yokluğunda yükümlülüklerini üstlenecek şekilde, göçebe grupları zorunlu olarak
24 kişilik birliklere bölündü. Osmanlılar barut dönemine girince atlı göçebeler
askeri açıdan çağdışı kaldı. Ancak, yeni tür savaşın finanse edilmesinde göçebe
kaynakları sonuna kadar kullanıldı. Böylece göçebe, yasal olarak asker
konumunda tutulsa da, ocak sisteminin para kaynağı olarak değerlendirilmesi,
asker alımının önüne geçti.
Çok
daha önemli bir yaptırım da resm-i ganem denilen, koyunlar üzerinden alınan
vergiydi . Osmanlı bu ödemeyi akçe üzerinden paraya çevirdi. Fatih’in ilk
dönemlerinde üç koyuna karşılık bir akçe olan vergi oranı onun sonraki
dönemlerinde arttırılarak iki koyuna karşılık bir akçeye çıktı. Göçebelere
uygulanan koyun vergisinin birçok özelliği, göçebelerin vergilendirilmesine
birincil özellik olan göçebe sürüsünün refahının Osmanlı için fazla anlamı
olmadığını göstermektedir. Osmanlılar, sürücüye konan vergilerin, sürüye ve
göçebenin yaşamına yıkım getirecek ve göçebeleri isyana yada yerleşime
zorlayacak sınıra aldırış etmediler. Örneğin Moğollar 1000 koyun altındaki
sayıyı sürü saymaz ve vergilendirmeye tabi tutmazdı. Göçebeleri denetim altında
tutmaya hatta yoksulluğa sürüklenerek yerleşmelerine yönelik ilk adım, bütün
göçebelerden, sürülerinin yetersizliğine bakılmaksızın asgari bir vergi ödemesi
istenmesiydi. Bu uygulamada bir göçebenin sürüsü 24 koyunun altına düşse bile
yürük, kara adını alıyor ve resmi karar vergisine muhatap oluyordu. Artık koyun
sayısının 24, daha az ya da hiç
olmasının anlamı kalmıyordu. Koyun vergisinin 15.yüzyıldaki gelişiminde, göçebe
refahını hedef alan bir boyutu daha vardı. İki hayvana karşılık bir akçe
uygulaması sabit kalırken vergi toplama zamanı değişti. Vergi miktarı ve
toplama zamanının değişmesi gelirleri vergi oranları değişmiş gibi etkiledi.
Fatih Sultan Mehmed’in saltanatının bir dönemine kadar vergiler yazın ya da
daha çok sonbahara doğru toplanırdı. Eski düzenlemeye göre vergi tarihi ve
toplanması koyunların kırılma zamanı yapılırdı. Erken vergi toplamaya yönelik
sonraki iki uygulamada kuzuların kesildiği ya da satıldığı zaman
vergilendirileceği belirtildi. Yine değişen Kanunlar kuzuların da koyun olarak sayılacağını
vurguluyor. Böylelikle sayım sürülerin yaylağa çıkarken kayıp vermelerinden
önceki, sayısal olarak en çok olduğu zamanda yapılmış oluyordu. O halde bu
değişiklik göçebelerden efn fazla gelir elde etme arzusunu yansıtıyordu.
Özetle
koyun vergisi hayvancı göçebelerin gelir ve sermayelerine konulan büyük bir
Osmanlı yükümlülüğüdür. Göçebe gerçeğini göz ardı ederek yönetim çıkarlarına
uydurulan vergi oranları ve toplama programı, mantığı ve etkileriyle küskün
talihli Anadolu kır insanlarının göçebe geleceğini iyice mahkum etmiştir. Kötü
hava koşulları ya da salgın daha büyük sürüleri bile telef edebileceğinden, her
göçebe bu verginin yerleşime dönük etkisini hissedebilirdi.
İlkbaharda
koyunlar için alınan baş vergisine ek olarak bir de ağıl vergisi konuldu. Bu
resm-i ağıl koyunların otlaklara yayılıp dağılmadığı, küçük bir alanda
toplandığı çiftleşme mevsiminde, sonbaharda belirleniyordu. Verginin oranı
vilayetlere ve zamana göre farklılık göstermekteydi. Fatih Sultan Mehmed’in
sonraki kanununda oran, koyun ağılı başına iki akçe iken, 1.Selim’in kanununda
belirtildiği gibi 3 akçeye çıktı. Verginin toplam yükü, yılda bir kez
alındığından küçük olsa da , doğudaki marjinal sürüler için oldukça yüksekti ve
yüzde onluk oranı sürünün azalmasına ve göçebelerin yerleşime zorlanmasına
neden oluşturuyordu. Bu vergi de göçebelere göre düzenlenmemişti. Ağıl
vergisini tanımlayan kanunnameler de Osmanlı topraklarında göçebelere uygulanan
toplam verginin, özellikle koyun vergisinde gördüğümüz gibi, sermaye yetersizliği
çeken göçebeler için yük olabileceğini göstermektedir.
Göçebelerden
mali olarak talep edilenler yalnızca koyunlar ve ağılları üzerinden alınan bu
iki yıllık vergiden ibaret değildi. Daima tekrarlanan cezalar da vardı. Osmanlı
göçebelerden, geleneklere uygun olarak kışlak ya da yaylaklarına göre vergi
almıyordu. Ama Osmanlı yönetimi, göçebelerden, sürüleri gelenekselleşmiş ya da
kararlaştırılmış otlak güzergahlarından gidişte ve dönüşte ayrıldığı zaman ceza
alıyordu ve göçebgeler herhangi bir nedenle daha iyi yaylak ya da kışlaklar
aradıklarında ceza tekrarlanıyordu. Bu cezalar arasında resm-i yaylak, resm-i
kışlak, resm-i otlak ve muhtemelen resm-i duhan vardı. Bu cezalarından
amaçlanan açıktı. Her zamanki yaylak ve kışlaklarına gidiş dönüş sırasındaki zorlu
yürüyüşlerinde, sürülerine en iyi otlak bulma arayışı içinde olan göçebelerin
güzergahı, değişen hava koşullarından sık sık etkileniyordu. Sürülerin harını
gözetmeden alınan bu cezalarla göçebeler belli güzergahların içinde hareket
etmeye yöneltilerek, yönetimin onların yerlerini bilmelerini kolaylaştırmak
işine geliyordu. Tek cezanın mali boyutu da çok önemli değildi, ancak, hava
koşullarının getirdiği zorunluluk nedeniyle aynı yıl içinde birkaç kez güzergah
dışına çıkılması, otlak bulmak için uzun yollar kat etmekten ve otlakların
kıtlığından dolayı zaten güçsüzleşmiş sürüleri son derece olumsuz etkiliyordu.
Göçebeleri kolayca el altında tutulacakları değişmez ve önceden bilinen
güzergahlara yönlendirmek, onları yerleşikliğe zorlama sürecinde atılan önemli
bir adımdı. Özetle bu ceza göçebelerin yollarından sapmak zorunda
kaldıklarında, sürülerin ekili alanlardaki genç fideleri tüketmesini engellemek
için süratle belirlenen güzergahlarına dönmelerini sağlayan bir yaptırım
oluyordu.
Böylece
bu tarz uygulamalar Osmanlıların göçebelere yönelik düzenlemelerini oluşturmuş
oldu. Osmanlının, uysal çiftçilerin öngörülebilir, düzenli gelirleriyle
gerçekleştirilecek yerleşiklik rüyasında, kır göçebelerine yer yoktu. Göçebeler
tatlı suya ve iyi otlaklara ulaşma olanaklarını arttırmak için küçük çaplı hava
değişikliklerini izlediler; bunun sonucu olarak da sürekli hareket halinde
oldular. Bu hareketlilik bağımsızlığı ve arkasından Osmanlı merkezi yönetimine
karşı muhalefet potansiyelini geliştirdi. Bu iki etken, bağımsızlık ve
hareketlilik, göçebeleri Osmanlının kontrol altında tutmak istediği bir tehdit
haline getirdi. Osmanlı mali düzenlemeleri bu amacın gerçekleşmesinde büyük rol
oynadı.
Osmanlı
yönetiminin göçebeleri vergilendirmekte izlediği yol, göçebelerin geleneksel
olarak kendi aralarındaki uygulamalarının çok ötesindeydi. Osmanlı
vergilendirmesi kırsal yaşamın değil, yönetimin gereksinimlerini karşılamaya
yönelik düzenli ve sürekli bir uygulamaydı. Vergi oranları göçebelerin ödeme
gücü göz önüne alınmaksızın tespit ediliyor ve bu oranlar, bağımsız kır
insanlarını göçebe ekonomisinin gerektirdiği asgari sürü büyüklüğünün çok
üzerinde hayvan beslemeye zorluyordu. Koyun vergisi marjinal sermayeli
göçebeleri kırsal dünyadan koparak yerleşik düzene girmeye mecbur etti.
Cezalar, göçebelerin alıştıkları otlak güzergahı boyunca karşılaştıkları
düzensiz yağmurların etkilerinden kaçmalarına engel oldu. Yazın ya da kışın
yeni bir otlak bulma gereksinimi duyduklarında otlak ve duhan uygulamaları ile
cezalandırıldılar. Bu cezalar, marjinal göçebeleri belirtilmiş iki otlağın
içinde ve göç yollarında ne zaman geleceği belli olmayan sağanak yağmurların
şiddetine terk etti. Osmanlı vergi politikasının amacı, göçebeleri yerleşime
zorlamak, ya da en azından bilinen bir güzergahta tutmak ve sayılarını en aza
indirmekti.
Yoksul
göçebe daima korumak zorunda olduğu sürüsünü elinde tutabilmek için olağanüstü
önlemlere zorlanıyordu. Stoklarını sağlıklı tutabilmek ve daha iyi geçinebilmek
için, sık sık güzergahını değiştirmek ve o yıl yeterli yağmur alamayan otlağını
değiştirmek ve en iyi otlağı bulmak zorunda kalıyordu. O zaman sürekli
tekrarlanan cezalarla karşılaşıyordu ve sürekli hareket halinde olmazsa, bu
cezaların toplam etkisi onu fakir düşürmeye yetiyordu. Koyun vergisi ve ceza
uygulamalarının baskısı altındaki yoksul göçebenin sonuç olarak iki seçeneği
kalmıştı, yerleşim ya da isyan. Osmanlı göçebeden yerleşik hayata geçmesini ve
göçebelikten kurtulmasını bekledi. Göreceğimiz gibi bazı göçebeler başka yerlerde
daha çekici politikalar ve daha yeşil otlaklar aradılar.
Dahası,
göçebelerden alınan vergi durumu iyi olanlar için acil bir tehdit unsuru
oluşturmadığından, verginin uygulanması kadar miktarı da onarlın bakış
açılarını etkiledi. Vergi gelirleri göçebelerin yararına değil, yerleşik
tımarlı sipahilere, vilayet yöneticilerini ve şehzade haslarına kullanıldı.
Askeri faaliyetlere katılan göçebeler kendilerini küçültücü işlerin içinde
buldu. Şah İsmail’i çekici kılan nedenlerden biri de , ordusunda göçebe askeri
birliklerine ve divanında göçebe liderlerine en ön sırada yer vermesiydi.
Osmanlı vergi düzeni güçlü ve refah içindeki göçebeleri yerleşikliğe
zorlamayabilirdi, ama onları çatışmaya itiyordu.
Bu
kısımdan sonra kitabın 3. Bölümü olan ‘’ Axylon’un At Çekenleri ‘’ adlı bölüme
geçiyoruz. Osmanlılar ihtişamlı vekayinamelerde göçebe geçmişleriyle övündüler ve günlük kararnamelerde
göçebelerin geleceğini belirlediler. Osmanlı vergi politikasının etkilerinin ve
göçebe gelirlerinin başka amaçlarla kullanılmasının aşiret üyelerini hoşnut
etmesi beklenemezdi. Yöneticiler açısından göçebeler tebaydı ya da yakında öyle
olacaklardı. Diğer tebanın tahrir defterlerine kaydedildiği gibi göçebelerin de
sayım ve vergi amacıyla bu defterlere kaydı söz konusu idi. Küçük Asya’ya
ilişkin vilayet defterlerinin büyük bölümü göçebeleri tanımlayan kayıtlar
içeriyor. Bir tür defterde göçebeler, köy, kent ve kent çevresi bölge
tanımlamaları arasında ayrı olarak görülüyor.
Lindner
Karaman’daki aşiretler arasında en büyüğü olan At Çeken aşiretini Hatipoğlu
olarak bilinen Haydar ibn Nasuh ve katibi Ali’nin eseri olan, 1500-1501
defterindeki kayıtlardan inceliyor. At
çekenler göçebe hayvancılar oldukları için haritada adlarını rastlanacak ne köy
ne de sabit konaklama yerleri yoktu. Ancak otlaklara ve göç güzergahlarına
sahiplerdi. Haritada geçtikleri yolları ve otlakları işaretleyip birleştirince
ortaya çıkan şekil dambıla benziyor. Güzergah ve otlaklar havaya ve siyasal
koşuşlarla göre değerlendirilebilirdi, aşiret sadece sürü ile oba kurduğu otlak
ve su kaynağında hak iddia ediyordu. Yaylakları Axylon’daki birçok sönmüş
volkanik dağın yamaçlarında olabilirken, kışlakları bu dağların etekleri
etrafına yayılmış olabilir.
Bu
geçişten sonra tekrar hatırlatalım, Lindner’in amacı At çekenleri Osmanlı
defterlerinin merceğinden görmektir. Bu nedenle, göçebe tarihini araştırma
yöntemi açısından, defterlerin sağladığı veriler ve bunların yorumlanması
üzerinde yoğunlaşılacaktır. Ancak defterler At Çekenlerin tam bir kronolojisini
vermezler. Doğru bakış açısına yerleştirebilmek için onların nereden
geldiklerine bakmak gerekmektedir ve bunun için de Lindner’in değerlendirme
yapmasını sağlayacak başka bazı metinler bulunmaktadır. Örneğin Şikari’ye
atfedilen kronik popüler bir kroniktir.
Şikari’ye göre 1275’te Mehmed ibn Karaman Selçuklu tahtında hak iddia eden
Cimri’yi başa geçirince o da Konya ve Adana arasındaki açık bölgeyi ikiye böldü
ve yarısına Turgud Bey’i yarısına Bayburd Bey’i atadı. Böylelikle bu bölgeler
16.Yüzyılda bu adlarla bilindiler.
Turgud ili ve güneybatıda Bayburd İli adlarını aldılar.
Karaman
Beyliği içerisinde At çekenler önemli bir yer tutuyor. Şikari’de sözü geçen
bazı Karaman beyleri At Çeken gruplarının adını taşıyor. I. Murad’a karşı
savaşan Karaman ordusunda, Turgud, Samagar ve Bayburd grupları vardı. 1466’da
Fatih Sultan Mehmed emirliği Osmanlı topraklarına kattı. Sefer sırasında
veziriazam Mahmud Paşa, yandaşları Bulgar Dağı’na kaçıp Toros kayalıkları
arasında gizlenen Turgud’u pes ettirmeye çalışıyordu.
Osmanlılar
yüzyılın kalan bölümünü fethettikleri yerleri bir düzene sokmaya çalışmakla
geçirdi. At Çekenler bu dönemde sık sık ayaklandılar. 1481’de Fatih’in
ölümünden sonra oğulları 2.Beyazid ve Cem Sultan arasında taht için kavga
başladı.Cem sultan Karaman’da valilik yapmıştı ve Yenişehir’de Bayezi d ile
çarpışırken, Kasım Beyle birlikte Varsak, Turgud, Bayburd ve Kosun göçebeleri
de onu destekledi. Bayezid, Cem Sultan’ı yenilgiye uğratınca Kasım Bey antik
İsauria’ya Taş ili’ne kaçtı. Kasım Bey’in ölümüyle aşiretteki huzursuzluk
dinmedi. Turgud beylerinden Mahmud, Turgud ve Varsak’tan bir ordu toparladı
ancak o da Karagöz Paşa önünde bozguna uğradı. 1500 yılı yazında gelen sonraki
isyan, Hatipoğlu’nun defterini tamamlamasından az önce başladı. Aslında, göçebe
ayaklanmasında Hatipoğlu ve katibi Ali’nin de rolü olması mümkündür Lindner’e
göre. 3. Bayezid Koron ve Modun’un fethi için Mora’da idi. Vergi oranlarından
bunalan bazı askerleriyle Turgud ve Varsak beyleri çocukluğunu İran’da geçiren
Karaman’ın varisi Mustafa adıan isyan çıkardı. Mustafa Bey ve göçebeler
Larende’ye saldırdı, her tarafı yağmaladı ve kaleyi kuşattı. Osmanlı kuvvetleri
toplanarak kışatmayı kaldırdı. Mart gelince Bayezid huzursuzluğu gidermek için
Vezir Mesih Paşa’yı görevlendirdi. Orada bir askeri birlik bırakıp, kılık
değiştirerek Tarsus ve Halep’e kaçan Mustafa Bey’i bulmak için dağlara yöneldi.
Varsak ve Turgud beyleri barışı kabul etmek zorunda kaldı. Bu Karaman adına
çıkan son isyandı.
Hatipoğlu
ve Ali’nin bu kadar gaile içinde devam ettikleri çalışmalarının çoğu günümüze
kadar geldi. Bölgeye göre nüfus ve mülklerin listesini çıkararak mufassal bir
defter hazırladılar. Buradan At Çekenlerin uymaları beklenilen yasal
düzenlemeye ilişkin bilgi edinebiliyoruz. At Çeken düzenlemeriyle ilgili
herhangi bir tartışmada, uygulamaların kanundakinden daha acımasız olduğunu
baştan kabul etmek gerekmektedir. Aslında Osmanlı devlet görevlileri, vergi
mültezimleri ve elbetteki At Çekenlerin kendileri, imparatorluk
yaptırımlarından uzak durmaya çalıştı. Genellikle bu düzenlemelerde vergi
üzerinde yoğunlaşılmıştır.
At
çekenler, göçebe olduklarından ve toprak işlemeyip at yetiştirdikleri için,
toprak vergisi, üretim vergisi ve olağandışı vergilerden muaftırlar. Koyun
vergisi, rüsum ve cerime ve at vergisi öderlerdi. Bu at vergisi At Çekenlere
özeldir ve 12 haneden oluşan birimi temsil eden at başından yıllık olarak tarh
edilen vergiydi. Beyazid döneminde her at başının ödediği at vergisi 300 ya da
360 akçe idi.
1544’ten
sonra Ebu’l Fazıl At Çekenlerin konumunu incelemeye başladığında değişik bir
durumla karşılaştı. Onun zamanına gelinceye değil At Çekenlerin çoğu yerleşmiş
ve toprağı işlemeye başlamışlardı. Osmanlı maliye yetkilileri bu özel durumu
ortadan kaldırarak, At Çekenleri toprak ve üretim vergileri ödeyen yerleşik
teba gibi kaydettiler ve kayıt memurlarına göre bu vergiler ilave binlerce akçe
tutacaktı. Varlıklı At Çeken şefleri ise teba olmadıklarını ve eski
konumlarının devam etmesi gerektiğini ileri sürdüler. Uzlaşma amacıyla at
vergisini 12 hane için 700 akçeye çıkarmayı önerdiler. Rüstem Paşa buraya geldi
ve taht kavgasının içinde olduklarından uzlaşmayı kabul etti . Ebu’l Fazıl’ın
naklettiği yeni kanun temel koşullarıyla At Çekenleri yerleşik çiftçi
vergilerinden muaf tutuyor görünse de, kanuna eklenen yeni bölümlerle, vergi
toplayıcılarının istedikleri öşür ve toprak vergilerinin toplanmamasına zemin
hazırlandı. Örneğin, kimi topraklar diğerlerinden verimli olduğundan, at
vergisine ialve bir miktar eklenmesinin yolu açıldı ve bu vergi tarımsal
üretime dayandırıldı.
Defterler
At Çekenlerin yerleşikliğe geçme öyküsünü kanunlardan daha ayrıntılı bir
şekilde veriyor ve bu öykünün 16.YY başlarında başladığını gösteriyor. Daha ilginç ve şaşırtıcı olanı defterlerde
atların mevcut olmamasıdır. Gelir kayıtları dökümlerinin çoğu at vergisi
yekunları başlığı altında toplanmış olsa da görünürde at bulunmamaktadır.
Tahmini yerinde yapılan at vergisi, at başı birimlerinin sayılarak bu toplamın
geçerli vergi ile çarpılmasıya belirlenmiyordu. At vergisi her zaman diğer
vergilerin toplamı oluyordu. : koyun vergisi, ceza ve harçlar ve tesadüfi
toprak vergileri. At çekenlerin 16. Yüzyılda yerleşmeleri ve yerleşik vergi
muhatabı olduktan birkaç kuşak sonraki yoksullukları, onların
saklanamadıkalrını, fazla hareketli olmadıklarını ve dolayısıyla, 16.yüzyıl
boyunca At Çeken nitelemesinin bir
betimlemeden ziyade ironi ifade ettiğini göstermektedir.
Yine
kısaca defter kaydının anlamından bahsedersek. Kayıtlar aşiretlere göre
oluşturmuş grupların listesi ve tanımlanmasıdır. Defterde aşiret erkeklerinin
adların hemen altında iki toplam yer almaktadır. Bunların ilki olan nefer,
yukarıda yazılı adların toplamını veriyor. İkinci toplam olan hanede ise
tamamiyle göçebe bir çevrede aslında çadır ve ailelerden oluşan hane halkı
reisleri sayısı yer alıyor. Defterlerde kadınalr ve çocuklardan da
bahsedilmiyor. Nüfus sayımlarından sonra vergi hasılatı ya da at vergisi
hasılatı başlığı altında vergi özetleri görülüyor. Ekim-dışı grupların
vergileri, harç ve cezaları da içine alan bad-ı hava ve koyun vergisinin
toplamı olarak ortaya çıkıyor. Bu arada At çeken sürülerinde çoğunlukla yağlı
kuyruklu Karaman cinsi koyunlar bulunuyordu. Bu cins, Ankara keçisi gibi
kaliteli yün vermiyordu ancak bu yünden, ucuz,kaba fakat sıcak tutan giysiler
ve halı da yapılabiliyordu. Vergi listelerinden sonra, her girişin tamamlanması
için, önceden geleneksel olarak bu gruba ait olan veya tahsis edilmiş olan
mezraların listesi yer alıyor.
Dağınık
bilgilerle At Çekenlerin tarihini yeniden işleyip kurgulayabiliriz. At Çekenler
önceleri geçimlerini büyük ihtimalle Moğollara at vererek sağlıyorlardı. Turgud
ve Bayburd, Moğolların Samagar koluna at sağlayan üçüncü birimle birlikte At
Çekenleri oluşturdu. Bu üçüncü grup 15. Yüzyıl başlarında atların çoğunu alarak
ayrılıp Timur’un peşinden doğuya gitti. Ayrılan bu grup Eski İl olarak anılmaktaydı. Osmanlılar Karaman’ı alınca, bazı grup
üyeleri özel bir örgütlenme içinde yeni düzenle işbirliğine girerken, Turgud’un
diğer göçebeleri, ısrarla direnerek, iki kuşağı aşkın sürecek bir mücadelenin
içine girdiler.
Özetle
At Çekenlerin tarihi de böyle gelişti. Osmanlı defterleri onarlın adamlarını,
hayvanlarını, otlaklarını, yerleşimlerini ve mali yükümlülüklerini sıraladı.
Defterler onların hayvancılıklarının çöküşünü ve çiftçi toplumu olarak nasıl
yerleşikliğe geçtiklerini izlemememizi sağlıyor. Onların otlaklarına,bir
anlamda, imparatorluk kanunları ya da vekayiname bilgilerinden çok daha
yakınlaştık ve günümüz etnograflarının yapabildiğinden daha uzun bir süreçte
onları inceledik. Etnografların yanıtlayabileceği birçok soruyu cevapsız kalmış
olsa da, uzun yılları kapsayan daha sınırlı verileri derleme avantajı elde
etmiş olduk. Böylece erken Osmanlı yerleşiminin ve sonraki Osmanlı
düzenlemelerinin etkisi, Anadolu bozkır tarihi örneğinde önümüze serildi. Son
olarak Lindner’in dediği gibi ‘’ Kalem Attan Üstündür’’